23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yaşadığınız bu hayat size armağandır. Ben de öyleyim.


Bu dünyaya gelmemiz başlı başına bir mucizedir. Onca sperm içinde en şanslısı olarak yumurtaya ulaşırsınız. Anne karnında büyümeniz, doğmanız ve ilk aldığınız nefes de başlı başına bir mucizedir. İnsan yavrusu canlılar içinde en savunmasız olandır. Büyümesi, ayağa kalkıp yürümesi yıllarını alır. Vahşi hayata bırakılsa neredeyse sıfır yaşama şansı vardır.

Oysa bu küçük canlı kısa sürede inanılmaz gelişme gösterir. Fiziksel gelişiminden daha hayret uyandırıcı yanı zihni ve bunun sayesinde bedenine hükmetmesidir. Herhangi bir özrü yoksa yürümesi, el kullanma becerileri, zekâsı, konuşması, düşünsel gelişimi hep mucizevîdir.

Bizzat kendisi ailesi için bir armağandır. Bu dünya için bir armağandır. Başkalarının hayatına girecektir, sevecek sevilecektir. Onlar için armağandır. Yazılmış bir kaderi olsa da yaşamının her anında inisiyatif kullandığını hissedecek. Tanrının kendine verdiği eşref-i mahlûkat gücünü hayatının her alanında kullanabilecektir.

Birey olduktan sonra da olmadan önce de, sevinçleri, mutlulukları olacak, hüzünler acılar yaşayacak, bazen isyan edecek, bazen oturup ağlayacak. Kaderin ve kazanın başına getirdikleriyle iyi kötü bir ömür sürecektir.

Aşklar yaşayacak, sevilecek, şarkılar söyleyecek, dans edecek. Tanrıya yaklaşıp ibadet edecek veya uzaklaşıp isyana sürüklenecektir. Ama ne olursa olsun başka hiçbir canlıya nasip olmayan bir şeyi. Bilinci, duyguları ile düşünecek, haz alacak sevinip üzülecektir.

Hiç kimsenin kaderi birbirine uymayacak ama herkes kendi yaşadıklarını en iyi ve en kötü sanmaya devam edecektir. Bizzat kendisi yaşayarak görecektir ki insan sosyal bir canlıdır. Topluluk haline geldikten sonra her ne kadar içimizde ötekileştirme eğilimi artsa da başkası olmadan yaşayamadığımızı görüp, birlikte yaşamanın ve hayatı paylaşmanın tadını da alacağız.

Zamanla yaşadığımız her şeyin ve bizzat şikâyetçi de olsak bu hayatın bize verilmiş bir armağan, bir şans olduğunun farkına varacağız ve dudağımızdan şu cümleler dökülecek…
-Bu hayat bana verilmiş bir armağandır. Bu hayat size verilmiş bir armağandır. Ben de öyleyim.

Evladınızdım. Doğdum sevip okşadınız, yüreğinize sevinç, mutluluk oldum. Büyüdüm hastalandım üzüldünüz, şefkat ve merhametinize vesile oldum. Üzdüm sizi kırdım incittim sabrı öğrendiniz sayemde. Belki benden kötülük gördünüz ama sevabını Mevla’dan beklediniz. Size ödül de ceza da ben oldum ama hayatınızı doldurdum.

Bazen annenizdim, sevip bağrıma bastım, bazen babanızdım sevip okşadım. Sevgiliniz oldum. Size şiirler yazdım, öyküler, masallar anlattım. Yerden alıp göğe fırlattım. Sizin için gözyaşı döküp, ağladım. Kelimeleri zincir zincir, ilmek ilmek birbirine bağladım.

Hasta ruhlarınıza şifa oldum bazen. Bazen kendi ruhumun hezeyanları ile sizi üzdüm, sınadım, sınandım. Klavuzunuz oldum çoğu zaman. Bir yerden bir yere götürdüm. Sevdiniz yeni ulaştığınız durakları. Bazen yoldan çıkardım, pişman oldunuz, tövbenize vesile oldum. Bazen günahlarınızın, bazen tövbelerinizin bazen de birlikte uçsuz bucaksız, uçuk kaçık veya ulvi-süfli sohbetlerinizin arkadaşı oldum.

Hayatı veya bir anı paylaştık sizinle. Belki kırmızı ışıkta karşılaştık. Belki sinemada, tiyatroda belki aynı otobüs koltuğunda yan yana yolculuk ettik hiç birbirimizi tanımadan. Belki size bir nane şekeri uzattım. Belki sigaranızın dumanı öksürttü de sizi azarladım.

Belki de karşılaştık kim bilir. Olmadık bir yerde olmadık bir zamanda, olmadık bir satırın, olmadık bir hecenin, olmadık bir cümlenin içinde. Selamlaştık, tanıştık, konuştuk sevdik birbirimizi. Gözyaşı döktük, öfkelendik, kızdık. Birlikte zamanlar tükettik. Hasta olduk, uykusuz kaldık. Birlikte gülüp, birlikte ağladık. Kısa ya da uzun zamanlar paylaştık.

Belki dedeniz, nineniz oldum sonra ya da hiç kimsesizdiniz kimseniz oldum. Sizle birikimlerimi paylaştım. Hayat tecrübelerimi. İnsanlığın güzel yanı biraz da bu belki. Ölümlü olsak da kendimizden bir şeyleri gelecek kuşaklara aktarmak istiyoruz. Çırpınıyor paylaşıyoruz.

Ey insanlar unutmayın. İçinde yaşadığınız bu hayat size bir armağandır. Bütün zorluk ve sıkıntılarına rağmen öyledir. Ben de öyleyim. Kıymetimi bilin.

(*) Not: herkes bizzat kendisini buradaki BEN yerine koyabilir.

22 Ağustos 2010 Pazar

Sen orucu tutarsın ama, orucun seni tutması nasip işidir


Eskilerde söyler miydi bilmiyorum ama son yıllarda duyduğum bir söz var. Ola ki bir isimsiz şairindir ya da ben bilmiyorumdur cahilliğime verin "tut beni ey oruç, kıl beni ey namaz" diye.

Allah var bu sene oruç beni geçen yıldan fazla tuttu ama başka bir türlü tuttu. Bünyem perişan oldu, uyku düzenim bozuldu. Gücüm kuvvetim tükendi. Çok yorulacak şeyler yapmadım ama kalbim sıkıştı, yüreğim daraldı. Halsizleştim güçsüzleştim. Ağzımdan burnumdan kan geldi, dudaklarım patladı. Dayak yemiş boksörlere döndüm.

Bunların hepsi bir hafta içerisinde oldu. Geçmişte de olurdu ufak çaplı yorgunluklarım ama son bir kaç yıldır giderek artan tempoda yaşımın ilerlemesinin de, havaların aşırı sıcak olmasının da etkisinden olsa gerek ilk defa bu kadar zorlandığımı hissettim. 

Doğru düzgün yemek de yiyemiyorum. Susuzluk had safhada ama yemek istemiyor pek bünyem. Yine her ramazan olduğu gibi 3-5 kilo veririm sanırım. Biraz moral ve sinir bozukluğu ile dünya işlerinin pek rast gitmemesi de buna eklenince resmen oruç beni muma çevirdi bu Ramazan. Kendisini kutlarım:)

Oysa “tut beni oruç” denilen şey bu değil. Bu olsa olsa otobüs tutması gibi bir şey. Yine de düşündürücü. Pakistan’ı sel aldı. İnsanlar öldüler, yakınlarını mallarını mülklerini kaybettiler ve ihtimal yine bir avuç pirinç pilavı bir parça ekmek ile oruç tutuyorlar. Benim ki onun yanında ne ola ki? Her gün lüks sofralarda verilen iftarlarda açılan oruçla, onların o zorluklar altında açtıkları orucun ecri bir midir?

Orucun seni tutması demek, dilini de tutması demek, elini de tutması demek, bütün azalarına oruç tutturabilmesi demek. Aynı şekilde üşenerek gidilen ve kaçar gibi çıkılan namaz da seni tutmuyor. Nefsini adam etmeyen ibadetlerin, kabul olup olmayacağına veya derecesine dair işaretleri buradan alıp, anlamak mümkün.

Evet, sevgili oruç, bu sene de ben seni tutuyorum ama sen de beni tuttun sağ olasın var olasın en azından fiziksel olarak tuttun. Yaşlandığımı, yıprandığımı ölüme bir adım daha yaklaştığımı hatırlattın bana. Susuzluğu yaşatıp, suyun ne büyük bir nimet olduğunu gösterdin. Açlığı yaşatıp, açların halini düşündürdün.

Henüz dilimi tutamıyorum. Hak edene hakkını vermekten, kaşınanı kaşımaktan, sinirime öfkeme isyanıma (ne kadar haklı olsam da) dur demekten yana pek başarılı olamadım. Hatta eski zamanları düşününce oldukça başarısızım ama ne yaparsın imtihan dünyası işte.

Mevla’m hikmetinden sual olunmaz bazen ısmarlama gibi gönderiyor kullarını, kimi borç takıyor, kimi laf atıyor, kimi öfkesini kusuyor, kimi öde öde bitmemiş faturaları yine tahsilâta çıkıyor. Ya sabır diyemiyor ki insan her zaman. Yaş ilerlemiş ama henüz o kadar pişmemişim demek ki. Ya da o kadar kaynamış ki kazanım, su kabında durmuyor...

O yüzden senden ricam, bugüne kadar ağzımdan burnumdan kan getirerek bünyemi yola getirdin. Tansiyonum alt üst oldu, başımın ağrısı, yüreğimin sancısı ile bildim ki sen beni tuttun ey oruç. Hadi şimdi lütfen ruhumu da tut, nefsimi de tut...

Tut beni ey oruç. Lütfen tut!

12 Ağustos 2010 Perşembe

Allah'a emanet şirketi



Uzun yıllar esnaflık yaptım. Bu süreçte bir çok kişi borç takıp gitti ama çok şükür hırsızlık, yangın, deprem, su baskını türü şeyler görmedim. Malım mülküm o şekilde zarar görmedi.

Zaman zaman ziyaretimize gelen sigorta şirketleri olurdu. Hepsi olası maddi zararlardan dem vurur ve "işyeri sigorta poliçesi" önerirlerdi. Ben de önce ihtiyacım olmadığını söyler sonra ısrar ettiklerinde de güle oynaya kendilerini dinler ve daha büyük bir sigorta şirketine sigortalattığımı söylerdim. Hemen firma adı sorulduğunda da "Allah'a emanet" şirketine derdim. Şu meşhur maşallah fıkrasında olduğu gibi yani.

Önceleri bunu anlamak istemezler, sonra dini bir hassasiyet olduğu düşüncesiyle sigortanın günah olmadığına dair bana bir sürü fetva vermeye kalkarlardı. Oysa benim hassasiyetim basitti. "Denizde ve karada mallar zekatı verilmediği için telef olur." Ben bu sözün gereğini yapmaya hep gayret ettim.

Zekatımı asla eksik vermemeye hatta elimden geldiğince fazla ödemeye gayret ettim. Bunu sadakayla destekledim, perçinledim. Çünkü sadaka müthiş bir şeydi ve  "az sadaka çok belaya mani oluyor"du.

Bunların hepsini hayatımda yaşadım gördüm.  O yüzden mutlaka tebrini alma gerekliliğine inansam da insanın sadaka ve zekatına dikkat etmesi gerektiği kanısındayım. Kimilerine büyük bir iddia gibi gelebilir ama sizi "Allah'a emanet" şirketinden daha iyi hiç bir sigorta şirketi koruyamaz...

Mükemmel pide olur ama mükemmel insan olmaz


Rahmetli babam mükemmeliyetçi bir insandı. Ben hariç hayattaki bir çok şeyi de mükemmel yapmayı başardı sanırım. Söz konusu bensem ne yazık ki adım hıdır, elimden gelen budurla yetinmek zorunda kaldı. Gerçi başarılarımla hep övündü ama asla onun istediği mükemmeliyette bir insan olamadım. Allah affetsin.

Her sene Ramazan ayı olduğunda sevinç olduğu kadar biraz da korku hakim olurdu bizim evde. Çünkü babam sigara tiryakisiydi ve birkaç kez denemesine rağmen sigarayı bırakamamıştı. Gerçi yine bir ramazan vesilesi ile sigarayı bırakmak nasip oldu kendisine ama sigara içemediği için iftar sofrasındayken ezan okunup o ilk sigarasından bir nefes alana kadar tetikte dururduk. Çünkü sinir katsayısı oldukça yüksekti.

Sağolsun soframızda hiçbir şeyi eksik etmezdi. Elinden geldiğince herşeyin en iyisini kordu önümüze. Babam biraz fazla mükemmeliyetçi olunca evde küçük kazalarda yaşanmıyor değildi tabi ki. Manavdan alınmış domatesler az çürük olduğunda gidip manava değiştirmezsem beni eve almak istemezdi örneğin. Aynı şekilde pide kuyruğunda bekleyip, babamın ısmarladığı ÖZEL pidemizi alıp eve getirmem gerekirdi. Pideyi beğenmediğinde ise fırça yemem yüzde binbeşyüz garantiydi.

Çocukluğumda yaşadığım her an gibi Ramazanlar'da biraz bu mükemmellik beklentisi yüzünden yeterince güzel geçmedi açıkçası. Sevgisinden asla şüphe duymamama rağmen, pek aramın iyi olmadığı babamın bu huyu yüzünden (ergenlikten sonra şekillenen hayatımda) mükemmellikten ve mükemmellik beklentili insanlardan özellikle kaçtım. Sıradan olmamama rağmen elimden geldiğince sıradan görünüp, yaşamaya gayret ettim. Ancak yine de nedense mükemmellik beklentisi yüksek insanlar hep gelip, buldu beni.

Onlarla ilişkilerimde hep başarısız oldum. Rahmetli babamda pek görmedim ama mükemmellik beklentisi  yüksek olan insanların çok temel bir sorunu vardı. Kendilerini asla hatalı görmüyorlardı. Onlara bu hataları göstermeye kalktığınızda da kavga ve gerilim kaçınılmaz oluyordu. Bir çeşit nefsini ilah görme durumu sözkonusuydu. Oysa insan oğlu hatalarıyla insandı. Pişmanlıklarıyla ve tevbesiyle insandı.

Şeytan ayrıntıda gizlidir derler. En kendinize güvendiğiniz yerden yakalar sizi. Öyle sinsi bir pusu kurar ki, nasıl sırtınızın yere gelip yenildiğinizi de bilemezsiniz. O yüzden insana düşen, nasıl hatalı ve kusurlu bir kul olduğunu bilip, tevbe kapısında nöbet beklemektir. Tabi ki insan-ı kamil yolculuğunda yol almaya da gayret ederek, ancak kendini asla insan-ı kamil görmeden. Kendi fikrini kendine put yapmadan...

Babamı kaybedeli yıllar oldu, o gün bugün bizim eve mükemmel pide girmiyor. Pazardan domates aldığımda içine bir iki tane çürük atıyorlar. Sesimi bile çıkarmıyorum. Hala iyi bir otomobil şöförü değilim. Hala hayatta eksik, hatalı ve kusurlu yönlerim var. Hala mükemmeliyetçi ve kendini kusursuz gören insanlarla anlaşamıyorum ve ben hala babamı çok seviyor ve çok özlüyorum ama mükemmel pideyi asla....